YEŞİLLENMEK ZAMANIDIR ŞİMDİ
- Neslihan Kalaycı

- 19 Mar 2019
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 22 Haz 2019
“Çocuklar ne olur ağaçların dallarını kırmayın. Gece gelerek, bahçeye gizlice girmenize gerek yok. Gün içinde istediğiniz her vakit gelip bütün meyvelerden yiyebilir hatta torba torba evinize de götürebilirsiniz.
“Çocuklar ne olur ağaçların dallarını kırmayın. Gece gelerek, bahçeye gizlice girmenize gerek yok. Gün içinde istediğiniz her vakit gelip bütün meyvelerden yiyebilir hatta torba torba evinize de götürebilirsiniz.”
Henüz 8 yaşında bir çocukken babamın mahalle ortasında bütün çocukları toplayıp, söylediği bu sözler hala kulaklarımda yankılanıyor.
Babam ve annemin bahçemize elleri ile tek tek diktikleri ağaçlar, sebzeler, çiçekler sanki birer çocuklarıydı. Birinin dalı kırılsa içleri acırdı. Hele annemin köyünden fidesini yanında getirip diktiği ceviz ağacı sanki onu Artvin’in o serin ve güzel yaylalarına götürüyordu. Hala bir sohbet açıldığında 77 yaşında olmasına rağmen;
“kızım, ah o ceviz ağacı yok mu o ceviz ağacı? Ne güzel kokardı. Çok da bereketli idi bir sürü meyve verirdi. Sırtını da dayandın mı gövdesine ohh serin serin, bütün dertlerini kasavetini alır götürür” der, uzun uzun anlatır ve sanki o günleri yeniden yeniden yaşar.
Babam ve annem uzun yıllar önce Artvin’den çıkararak geldikleri bu yeri güzelleştirmek ve yeşillendirmek için tıpkı bir örümceğin imlek imlek emekle ağını ördüğü gibi hayatı örmeye ve çocuklarına yaşanılır bir yer bırakmak için çabalayıp durdular.
Hatta torunları ve torunlarının çocukları bile bu güzellikleri görerek, hissederek yaşıyorlar.
İki katlı evin önünde ve arkasında kocaman bahçeleri, bir havuzu ve çardağı olan yaşadığımız bu yer şimdi düşünüyorum da bizler için adeta bir cennetti.
Bahçenin bir köşesinde güvercinler, hindiler, tavşanlar, tavuklar diğer köşesinde büyük bir kuyu ortada ise dolaşan kediler ve köpekler…
Sait Faik Abasıyanık “ Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.” Dediği gibi…
Evet, her şey sevmekle başlıyordu…
Bu kadar güzelliklerin içinde büyüyen herkes tabi ki sevgi dolu olur. Çünkü hayatın akışı içinde her şey doğal ve olması gerektiği gibi.
özellikle Cumartesi ve Pazar sabahı, annemin mutfakta hazırladığı patates ve biber kızartmaları ve üzerinden akarak adeta bizleri büyüleyen sarmısakla ile yoğrulmuş domatesli mis kokan sos adeta hala burnumda…
Bu koku bütün evi sardığı anda bütün kardeşler bir an da uyanırdık.
Herkes bir şeyin ucundan tutardı. Kimi peynir, zeytin ve fırından kızarmış emekleri alır, kimi bahçeden kıvırcık, yeşil soğan, domates, salatalık toplar ve bahçede bulunan havuzun başında akan muslukta bir güzel yıkar kimi kümesten henüz sıcaklığı hala üzerinde olan yumurtaları toplar mutfağa götürür kimi ise piknik tüpü ve çayı kaptığı gibi bahçede bulunan çardağa koştur koştur getirirdi. Bu tatlı ve güzel telaş hepimizi heyecanlandırır ve bizleri sımsıkı hayata en önemlisi birbirimize bağlardı.
Çeşit çeşit meyve ağaçlarının, çiçeklerin, börtü böceğin içinde bulunan çardakta herkes yerini alırdı. Babam da her zaman ki gibi radyoyu açar “Arkası yarınları” dinlemeye ve pür dikkat o küçük kutudan çıkan seslere odaklanmaya çalışırdık.
Aslı Erdoğan’ın dediği gibi “Hayat böyle bir şey işte, basit ve yalın. Soluk al, ver, al… Basit ve yalın.”
Bu güzellikleri yaşamış biri olarak, bir ağaç ki ürettiği oksijen ile dört kişiye hayat verirken, bizleri koruyup kollamaya çalışırken o güzel varlıkları yok etmek canilik değil de nedir? O canları yok ederken aslında kendimizi yok etmiyor muyuz?
Babamın gözünden bile sakındığı bütün ailenin birlikte büyüttüğü o güzelim ağaçlara, çiçeklere, kısacası tabiata nasıl kıyıyoruz nasıl?
Düşünün yaşadığım yerde yol kenarlarında bundan yaklaşık 5 yıl öncesine kadar erik ve çağla ağaçları vardı. Her mayıs ayında papatyalar baharı müjdeler gibi güneşe doğru “merhaba” derler ve mis kokularını saçarlardı. Şimdi ise onları topraklarından söküp betonlar dökerek, ardından garip garip şekiller yaratarak, başka başka çiçekler diktiler. Sonra ne mi oldu? Tabi ki sonradan suni olarak dikilen çiçeklerin hepsi öldü. Gölgesinde durduğumuz ve yazın sıcaklarında serinlediğimiz, meyvelerinden yediğimiz ağaçlar da yok oldu.
Bütün bu yok etmelere inat bazı bitkiler ise ne kadar taş duvarlarla ve betonlarla yok edilmeye çalışılsa da o güzel canlılar “su akar yatağını bulur” misali küçücük bir yerden bile fışkırarak çıkmaya bizlere nefes olmaya devam ediyorlar.
Bizler ise korku filmlerini aratmayacak şekilde hala ısrar ve inatla ruhsuz robotlar gibi her yeri gri bir beton yığınına çevirmeye devam ediyoruz.
Hatta bir de utanmadan “ Yaşadığımız ortamda kediler, köpekler olmamalı! buralar onların yaşam alanı değil. Onları toplayıp başka yerlere götürsünler.” Diyebilecek kadar da vahşi yaratıklara dönüşmüş durumdayız.
Başka yerlere götürülsünler ne demek?
Bizler yokken bu alanlarda özgürce yaşayan canlılar, insanoğlu denen cehalet tarafından ötekileştirilerek, ya ücra köşelerde açlıktan ölüme ya da ölüm kampları gibi barınaklara gönderilmeye çalışılıyor. Bu da yetmez ki gibi her gün kedilere, köpeklere, ördeklere yapılan eziyetleri, işkenceleri ve öldürmelerini görüyoruz. Asıl cehennem burası derken abartıyor muyuz?
Her yer biz iki ayaklı canilerin, bu nasıl bir vurdum duymazlık, vahşet ve küstahlıktır!...
Bizlerin her şeyi çatısı, duvarı, yeryüzü var olma sebebimiz olan toprak anadan çocuklarını ağaçlarını, otlarını, börtü böceğini, hayvanlarını hiç acımadan kıydığımız o canları yok ederken, üzerinde yaşadığını görmediğiniz nice milyonlarca canlıyı da katlediyoruz aslında peki bunları göremeyecek kadar kör ve duyarsız, ruhsuz yaratıklara ne vakit dönüştük ve dönüştürüldük?
Para denen o kağıt parçasının nasıl bu kadar kölesi olduk. Çevremizde kötü olan her şeye nasıl bu kadar duyarsız kalmayı ve dert edinmemeyi hangi ara öğrendik?
Canımız pahasına da olsa “para” diyoruz adeta.
Nasıl mı?
Her yanımızı saran baz istasyonları… Yaşadığımız küçücük mahallerde bile!..
Tübitak bundan yaklaşık 18 yıl önce bilimsel olarak açıklama yaptı.
Bu istasyonlar bulunduğu ortamda 10 yıl içinde doğadaki her canlıyı kanser yapıyor. Buna rağmen insanlar apartmanlarının, okullarının, camilerinin üzerine sadece “para” için bu aletleri taktırıyorlar. Hatta belediyeler meydanlarda bulunan büyük billboardların içine bile gizli saklı bir şekilde yerleştiriyorlar.
Sonunda da kanserden birçok canlı hayatını kaybediyor.
Geçenlerde bir arkadaşım anlattı.
“Mahallerinde bulunan camiye, uzun yıllar önce takılan baz istasyonu sonucu bir imam hayatını kaybetmiş. Bunun üzerine bütün mahalleli imza toplayarak yetkili kurumlara dilekçeler göndermiş ve üç yılın sonunda baz istasyonunu kaldırmayı başarmışlar.
Hayatlarını para için satan insanlardan doğaya sahip çıkmaları beklenebilir mi sizce?
İlk başta aileler ve sonrasında öğretmenler bizlerin öğrenim gördüğü yıllardaki gibi çocuklara, gençlere gerçekte doğruları, temelde as olan sevgi ve saygıyı öğretmeleri gerekiyor. Bunlar çok basit kelimeler ve sıradan gibi görünebilir.
Yaşadığımız ve nefes aldığımız bu ortamda kelimelerin içini boşaltan bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan kendini bilmezler çok. Gelecek nesillere bu kavramları içlerini çocukluğumuzda olduğu gibi doldurulmuş ve gerçekte öğretmeliyiz.
Bizlere okul yıllarında öğretilen her şeyin başı sevgiydi. Sevgi ve emek bütün sorunları çözerdi. Yardımlaşmak bir lütuf değil olması gerekendi, kimin neye ihtiyacı olursa olsun koşan bir toplumken, bu kadar bencilce yaşamaya ne ara ve nasıl alıştık? Her hangi bir konuya başlarken bile “ben” kelimesi ruhumuza o kadar yoğun olarak işlemiş ki “biz” demeyi bilmeyen bireyler olduk.
Çok eskiden “saygı” korkudan olmazdı. Saygı bilgi, birikim ve hayranlıktan doğardı.
Hepimiz hayatta bir şeylerden yakınıp duruyoruz. Ancak sadece konuşuyoruz. Söylediklerimiz başka yaptıklarımız ise bambaşka. Doğruları bildiğimiz halde yanlışlar peşinde koşturmaya devam ediyoruz.
Ancak Nazım’ın da dediği gibi; “ Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak. Unutma; aynı gökyüzü altında, bir direniştir yaşamak.”
Sevgi…



Yorumlar